Ağustos sayımızın Arşivden sayfası için haber ararken, 1970 yılından bir deprem haberi dikkatimizi çekiyor: “Cumhuriyetten yarım asır sonra, her yerleşme merkezimizdeki yapıyı değil, sadece bilinen deprem bölgelerimizdeki yapıları bile yeterli mukavemette yapamamış olmamız dikkat çekicidir.” Yazılanlar Gediz depremiyle ilgili ama maalesef bugün de geçerli olduğunu acı deneyimlerden biliyoruz. Ülkemiz bu depremden sonra da defalarca aynı sebeplerle yıkıma uğradı. Özellikle 1999 ve 2023 yılında yaşanan büyük felaketler Cumhuriyetin 50’nci yılından sonra 75’inci ve 100’üncü yılında da hiç ders alınmadığını gösterdi.
Anadolu, Osmanlı döneminde de Türkiye döneminde de deprem felaketleriyle defalarca sınandı. Depreme “doğal afet” demeye artık insanın dili varmıyor çünkü önlem alındığında yurtdışındaki depremlerin felaket boyutuna erişmeden atlatılabildiğini görüyoruz. Hatta ülkemizde de yıkılan binaların yanında onlarca sapasağlam ayakta duran binanın bulunması, felaketin doğadan değil, bizden kaynaklandığını açıkça gösteriyor.
Arşivden sayfamız için 1970 yılının Nisan sayısına gittiğimizde 28 Mart 1970 Gediz depremiyle ilgili yukarıda bahsedilen hususları destekleyen bir yazıya rastlıyoruz. Nuri Özateş imzalı yazı, ders çıkarılamamasının tarihsel bir özelliğe dönüşmüş olmasını göstermesi bakımından önemli bir örnek teşkil ediyor:
“Türkiye İnşaat Mühendisleri Odası’nın bir raporu vardır ki, Gediz depreminin bir “kader” yerine “belli son” olduğunu ortaya koyar. İnşaat Mühendisleri Odası’nın deprem bölgesinde yaptığı incelemeler sonucu tespit ettiklerine göre, bölgedeki betonarme binalarda zarar yoktur. Yığma binalarda yalnız bacalar hasar görmüştür. Bu tip yapılar içinde zarar görenler, kötü proje ile veya projesiz, gerekli kaliteden yoksun ve gelişigüzel kullanılmış malzeme ile yapılanlar ve geliştirilmemiş kötü yapı usulleriyle inşa edilmiş yapılardır. Bu konuda en yetkili organ sayılabilecek İnşaat Mühendisleri Odası’nın raporundan anlıyoruz ki, yapıların kötülüğü mal ve can kaybının en etken nedenidir. Yine bu Rapordan aldığımız bilgiye göre, depremin merkezi Gediz’de ortaokul binası önemsiz bir iki çatlakla ayaktadır. Yeni Kurtuluş İlkokulu’nun yalnız bacası yıkılmıştır. Üç katlı Ziraat Bankası binası sapasağlamdır. Orman Müdürlüğü binası ise her şeyden habersiz etrafındaki telâşı seyrediyor. Bu yapıları ayakta tutan kudret nedir? Deprem “kader” ise sarsıntıdan etkilenmeyen bu binalar hangi kudretleriyle “kader”e karşı durmuşlardır? Cumhuriyetten yarım asır sonra, her yerleşme merkezimizdeki yapıyı değil, sadece bilinen deprem bölgelerimizdeki yapıları bile, yeter mukavemette yapamamış olmamız dikkat çekicidir.
Sismoğrafların günde ortalama üç deprem kaydettikleri Japonya’da, İkinci Dünya savaşını yenik bitirmişliğin verdiği ekonomik çöküntüye rağmen depreme dayanıklı yapı sorununun halledildiğini görüyoruz. Ülkemizde depremlerin hemen hemen hep aynı bölgelerde olduğunu gösteren aşağıdaki tablo şimdiye değin, hiç değilse bu bölgelerde depreme dayanıklı yapı sorunumuzun hallini gerektirirdi.
1168- Erzincan
1454- Erzincan
1509- İstanbul
1584- Erzincan
1653- Aydın
1668- İzmir
1710- İzmit
1894- İstanbul
1903- Malazgirt
1912- Mürefte
1939- Erzincan
1943- Ilgaz
1944- Düzce
1955- Söke
ve son yılların pekiyi hatırladığımız Fethiye, Varto, Adapazarı depremleri.”
Altı çürükse üstü sağlam tutulur
Yurdumuzun jeolojik bakımdan, Akdeniz ülkelerini içine alıp, uzak doğuya, Karayiplere Kuzey ve Güney Amerika’nın doğusuna kadar uzanan deprem kuşağı içinde kalıyor oluşu, bir talihsizliktir diye düşünülebilir. Asla bu sallanıyor diye boyun eğmeğe, yurt terk etmeğe sebep sayılamaz. Altı çürükse üstü sağlam tutulur. Sonuç olarak diyebiliriz ki, deprem, yapılarımızı hoşgörüsüz sınayan bir öğretmendir. Karşı koyuş yolu depreme dayanıklı yapılar inşa etmektir. Ancak bu şekilde gözyaşından uzak, yuvalarımızın mutluluğunun güvenle devamını sağlayabiliriz.